gönderen azad_26 » Sal Tem 27, 2010 7:10 pm
Bugün 85 yıl önce 46 arkadaşıyla birlikte Kürt tarihinin en saygın ve yüzü ak çınarlardan birisi insafsızca katledilişinin yıldönümüdür.
Bu kişi Şeyh Said’di. Kimine göre Şeyh Said’e "kal" yani ihtiyar, ak saçlı, aksakallı Şeyh.
Öyle ki darağacına giderken “Dünya yaşantımın sonu geldi.
Ulusum için kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum.
Yeter ki torunlarımız bizi düşmanlarımızın önünde mahçup bırakmasınlar“diyecekti.
Şeyh Said kimdir? Şeyh Said, 1865 yılında Erzurum’un ilçesi Hınıs’a bağlı Kolhisar Köyü’nde dünyaya geldi.
Babasının adı Şeyh Mahmut Fevzi’dir.
Şeyh Said’in ailesi köklü bir aileydi.
Dedesi olan Şeyh Ali, Mevlana Halid’in öğrencilerindendi.
Şeyh Ali, Mevlana Halid’in, Şam’daki dergâhında eğitim gören öğrenciler arasında özel olarak ilgilendiği 11 gençten birisiydi.
Şeyh Said Medreselerde eğitim görmüş, dönemin en iyi din eğitiminden geçmiş, Arap-İslam felsefesinin yanında eski Yunan felsefesi ile mantık derslerinin egitimini almıştı..
Arapçayı, Kürtçe kadar iyi konuşuyor, okuyor ve yazıyordu.
Şeyh, genç yaşta çevresinde sivrilmiş, tanınmış bir kişilik olmuş, olgunluk çağında ise bölgede tartışmasız kabul gören saygınlığına, Nakşibendîliğin “Postnişin” ini eklemişti.
Bu pozisyonuyla doğal bir halk lideri, halkın sevdiği ve gönül verdiği, herkesin güvendiği, kabul ettiği, sözü geçerli ve saygın bir isimdi.
Kürdistan’da yeni gelişmeler olmaktadır.
Türklerle ortak düşmana karşı kıyasıya bir mücadele verilmişti.
Bu yüzden de Türkiye Cumhuriyeti devleti her iki halkın aktif katılımıyla oluşmuş bir cumhuriyetti.
Ne var ki süreç ilerledikçe iki halkın “kardeşliği“ büyük kardeş lehine bozulacaktı.
Sevr’de emperyalistler Türklerden taviz koparmak için, adeta bilinçlice tüm Türkiye’nin parçalanmasını gündemlerine alırken, Lozan antlaşmasıyla-artık Musul Kerkük İngilizlere bırakılmış, Kürtler yok sayılmış Sevr unutulmuştu.
Olup bitenler kıyasıya mücadeleyle olmuştu. Öyle de olsa İngilizler istediklerini elde etmişlerdi.
Gelişmeler bu yönlü olurken, Kürtlerin bir kısım aydın örgütlenmelerine girişmektedir.
Bu örgütlerden bir tanesi belki de en önemlisi Azadi örgütüdür.
Ya da Azadi Cemiyeti.
Azadi Cemiyeti, 1923’te merkezi Erzurum olmak üzere yeni bir örgüt olarak 8. Kolordu bölgesinde kurulur.
“Azadi” adını taşıyan bu yeni cemiyetin çekirdeğini, eski Hamidiye Alayları subayları ile Türk ordusundaki bazı Kürdistanlı subaylar oluşturmaktaydı.
Kuruluş gerekçesi, geçmişte verilen vaatlerin yerine getirilmemesiydi.
Azadi Cemiyeti’nin liderleri Cibran Aşireti ağalarından Halit Bey ile Bitlis beylerinden Yusuf Ziya Beydi.
Halit Bey, Abdülhamit’in Hamidiye Ordusu için kurduğu aşiret mekteplerinde okumuştu.
Bu yüzden aşiret liderlerinin çoğundan büyük saygı görüyordu. Düzenli orduda albaydı.
Yusuf Ziya Bey ise Bitlis’te büyük nüfuzu olan biriydi.
Ankara Meclisine Bitlis milletvekili olarak seçilmişti.
Rahat hareket etme imkânı bu pozisyonundan dolayı mevcuttu.
Cibranlı Halit Bey, Kürt meselesini Milletler Cemiyeti’ne götürmek istiyordu.
Ayrıca Azadi örgütü içerisinde yer alan subaylarda vardı.
Bunlar; Bitlisli İhsan Nuri, Süleymaniyeli Mülazım İsmail Hakkı Şaveyş ve Hortulu Hurşit gibi Kürt ileri gelenleriydi.
Azadi Cemiyeti, 1924 yılında ilk kongresini yaptı.
Katılanlar arasında, Halit Bey’in akrabası olan Şeyh Said de vardı.
Bu toplantıda gelişmelere göre Mayıs 1925 isyanı başlatma ve o güne kadar her yere Azadi’nin teşkilatlanmasını oluşturma ve ayrıca ‘dış güçlerle ilişki arama’ kararları alınmıştı.
Hedefte Bağımsız bir Kürdistan belirlenmiş, ancak dini motifli propagandanın da Şeyh Said tarafından yapılması da önerilmişti.
Kürtler adım adım örgütlenmeye başlayacaklardı.
Ancak öyle görülüyor ki Kürtlerin örgütlenmeleri TC devletinin yöneticilerine ulaşacaktır.
Buna karşı devlet kendi cephesinde tedbir alacaktır.
Geçmişten beri TC devletinin ve Osmanlılardan edindikleri tecrübelerinin başında direnişin liderlerini ya vurma, ya kaçırtma ya da kendi yanlarına çekme yöntemi vardı.
Şeyh Said direnişinde önceleri Cibranlı Xalıt sonrada Ziya Yusuf Paşa takip edilerek zindanlara atılacaklardı.
Peşinden ise bilinen başka bir yöntem devreye girecekti, o da; direnişi tam örgütlenmeden erken doğuma zorlayarak hazırlıksız yakalamaktı.
Buna göre 13 Şubat 1925 günü Şeyh Said’in bulunduğu köye bir askeri birlik gönderilecek ve sözde bazılarını köyde tutuklayacaklardı.
Şeyh Said’in tüm çabalarına rağmen bu plan uygulamaya konulur.
Hâlbuki Şeyh "istenen kişileri kendisinin sonra göndereceğini" söyler, ancak buna rağmen istenen kişiler zorla alınmak istenir.
Çıkan çatışmada askerler öldürülür ve “isyan” başlamış olur.
Olup biten bir isyan değildir. Olup biten bir direniştir.
Kendini savunmadır.
Ne var ki liderlik yapacaklar ve askerlik yapacaklar tutuklu olunca tüm yük Şeyh Said’e kalacaktır.
Şeyh bu işi bilenleri harekete geçirecek, ancak bir sürü başıboş çetevari yaklaşımlarda yaşanınca önceleri önemli başarı elde edilse, halk destek sunsa da işbirlikçilerin, ihanet edenlerin arkadan vurmalarıyla direnişe destek zayıflayacaktı.
TC devleti de erken patlattığı bu direnişe sert yönelerek doğum halindeki isyanı bastıracaktı. Daha trajik olanı ise Şeyh Said’i Şeyh Said’in eniştesi olacak Binbaşı Kasım’ın eliyle yakalatacak ve 28 Haziran'ı 29 Haziran’a bağlayacan gece, 1925 yılında 46 arkadaşıyla birlikte katledeceklerdi.
Evet, tam 85 yıl aradan geçti. Şeyh Said direnişinin bize miras bıraktıkları vardır.
Ve halen: “Dünya yaşantımın sonu geldi. Ulusum için kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız bizi düşmanlarımızın önünde mahçup bırakmasınlar“ sözleri hala kulaklarımızda çınlıyor.
“İdamlar 28 Haziran’ı 29’una bağlayan gece, saat 03.00’ten itibaren, şehrin Dağ Kapısı’nın dışında gerçekleştirildi.
Açılan hendeklere yan yana dizilen ölülerin, halen Diyarbakır Orduevi Bahçesi ile Alman Hastanesi’nin arasındaki bölgede yattığı rivayet olunuyor “ böyle yazıyor bir tarihçi.
Bir devlet ki katlettikleri insanların ölülerinden korkuyor.
Bir devlet ki katlettikleri insanların cenazelerini ailelerine vermekten korkuyor.
Kendilerince gerekçeleri var. Bunlar da; mezarları türbeye dönüştürülür, kıble olur, kutsallaştırılır.
Mademki katlettiğiniz insanlar şaki, çete, halk düşmanı, yeni deyiminizle terörist diyorsunuz, o zaman neden öldürüldükten sonra kutsallaştırılsın ki? Neden o insanlar kahraman sayılsın ki?
Madem bölücü, madem kardeşkanı dökücü ve mademki eşkıya hem de zoraki halkın malına, varlığına ve namusuna el koymuşlar, neden halk onlara tapsın ki?
Neden halk onları kendilere taç kılsın ki?
Evet, böyle onlarca belki de yüzlerce soru sorabiliriz.
Ve her bir soruya verilecek onlarca cevap mutlaka da bulunur herhalde.
Çok uzatmadan bir devlet ki elinden her türlü öldürücü silah var neden bu kadar hileye, komploya, üçkâğıtçılığa ve kalleşliğe başvurur?
Bir devlet ki “vücutlarında akan kan asil kandır” ve “ilk insanlık onlardan türemiş” ve tabii ki “tüm dünyaya sadece bir taneleri bedeldir.”
Evet, bu kadar kudretli bir devlet neden ölü insanların bedenlerinden bu kadar korkar ki?
Bu soruya ya da sorulara cevap vermek için herhalde katledilenlerin, idam sehpalarında insafsızca sallandırılanların son sarf ettikleri sözlerden yola çıkarak bulabiliriz.
Bir Cibranlı Xalit-Azadi örgütünün kurucusu ve önderliğidir-“Karşınızda yalnız değilim.
Arkamda İran, Mezopotamya ve Türkiye'de muazzam bir Kürt ulusu bulunmaktadır.
Bugün beni asıyorsunuz, fakat hiç şüphemiz yoktur ki yarın torunlarımız de sizleri yok edeceklerdir“ demiştir.
Ve bu sözler katledenler için oldukça korkutucudur, ürkütücüdür.
Bir Yusuf Ziya “Bize mevki ve rütbe bahşetmek Suretiyle bizi aldatabilirsiniz endişesi içindeydim.
Şükür Allah'a ki bizi mermi ve iple karşılıyorsunuz ve bundan dolayı biz hiç pişman değiliz.
Verdiğiniz ders sayesinde torunlarımız öcümüzü alacaklardır” demiştir.
Ve Yusuf Ziyaların torunları bugün o katliamların hesabını misliyle ödüyorlar.
Bir Şeyh Abdulkadir “Zaten sizler yakma ve yıkma konusunda büyük bir şöhrete sahipsiniz.
Burasını da Kerbela'ya çevirdiniz. Şunu biliniz ki dehşet ve insafsızca sömürü ile şan ve şeref kazanılmaz” demiştir.
Başka sözler de ekleyerek.
Şeyh Abdulkadir’in son sözünü buraya almasakta, faşist bir devletin bugünkü başbakanı İsrail devletine “sizin nasıl insan öldürdüğünüzü, çocuk öldürdüğünüzü bilirim” derken önce Şeyh Abdulkadir’i-ki bir dönemler Osmanlıda Senato başkanlığı yapmış biridir-bu One Minute başbakanın okumasını öneririz.
Yakma ve yıkmada kimin şöhret sahibi olduğunu bilmesi için de olsa iyi olurdu.
Bir. Avukat Tevfik “Cesedimi bütün dünyaya gösteriniz ve herkes bilsin ki kişisel haklar için değil, ulusal haklar için savaşıyorum.
Yaşasın Kürdistan!... “ derken Binbaşı Kasım’ınızı, Hormek aşiretini ve Nazım Hikmetin dediği gibi “bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim ” cümle cemaat işbirlikçilerinizi, hainlerinizi, fesatçılarınızı, fırsatçılarınızı ve de bugün Kürt halkına arkadan bıçak sallayan o beyaz dönmüş, Converso, Mangurt Kürt çıyanlarınızı kast ettiğini herhalde bilecek düzeydesiniz.
Bir Şair Mola Abduhraman “Sefiller!...
Sizi ayağımızın altında çok alçak ve küçük görüyorum.
Biliniz ki Kürt bir ağaç değildir, ölür fakat eğilmez!.. “ evet, kürdü vurabilirsiniz ama asla boyun eğdiremezsiniz.
Hele hele bu halk yeniden doğmuşken, yeniden kendini küllerinden yaratmışken bu daha da böyledir.
Bir Hanizade Şair Kemal Fevzi “Cennet Kürdistan bizimdir.
Ev sahibi biziz ve kim ne derse desin biz yine içeri gireceğiz, buna hiç bir güç engel olamaz, çünkü O bizimdir....” Kimin beğenmezse bu ülkeyi, bu toprakları terk edip gitmesi gerektiğini Şairimiz çok çarpıcı cümlelerle dile getiriyor.
Ve birde ulu çınarımız, pir u kalımız, onur abidemiz Şeyh Said “Dünya yaşantımın sonu geldi.
Ulusum için kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum.
Yeter ki torunlarımız bizi düşmanlarımızın önünde mahcup bırakmasınlar “ demiştir.
Ve Şeyh Said’in torunları bugün Şeyh Saidleri ve cümle cemaat bu halk için emek saffetmiş, kan akıtmış, çabalamış ne kadar direnişçi varsa hepsini hak ettikleri yere koyuyor.
Onure ediyor.
Unutulan o tüm kutsal değerleri yeniden tarihin sahnesine çıkarıyor.
Ve öyle ki faşist devleti yaptıklarıyla her gün yüz yüze getiriyor.
Ve daha da getireceğine dahil söz veriyor.
Evet, birde Şeyh Said isyanı’nı daha doğrusu direnişini birde bu pencere de bakmak anlamlı olacaktır.
Evet, Şeyh Said’in torunları bugün Şeyh Saidleri ve cümle cemaat bu halk için emek sarfetmiş, kan akıtmış, çabalamış ne kadar direnişçi varsa hepsini hak ettikleri yere koyuyor.
Onure ediyor.
Unutulan o tüm kutsal değerleri yeniden tarihin sahnesine çıkarıyor.
Ve öyle ki faşist devleti yaptıklarıyla her gün yüz yüze getiriyor.
Ve daha da getireceğine dahil söz veriyor.
Şeyh Said’i ve arkadaşlarını Onure etmek biraz da onların yaşadıklarını yeniden yaşamamaktan geçiyor.
Onları anarken cümle iblislerin onların başlarına getirdiklerini yaşamamaktan geçiyor.
85 yıl ya da 90 yıl önce ne olup bitmişti?
Osmanlı birinci dünya savaşına Almanlarla birlikte girmiştir.
Kaybettiklerini Almanların eliyle ya da onların savaşta elde edecekleri başarırlarla yeniden ele geçirmenin planını yapmışlardı.
Dimyat’a giderken evindeki bulgurdan olma deyimi Osmanlının başına gelecekti.
Osmanlı, Almanların birinci dünya savaşını kaybetmeleriyle birlikte tarih sahnesinde silinecektir.
Entante diye bilinen itilaf güçleri Osmanlı topraklarını işgal edecek, Osmanlı sömürge konumuna getirilecekti.
Uzatmadan, bu işgale karşı Türkiye halkları direnişe geçecek ve görkemli bir direnişle bugün Türkiye diye bilinen yapı oluşturulacaktı.
Kürtlerde Türkler gibi kurucu üyeler olarak bu yeni oluşumda yerlerini alacaktı, ancak Türkiye’yi daha önce işgal eden güçler Misak i Milli diye bilinen sınırlara göz koymuşlardı.
Musul ve Kerkük’te petrol yatakları bulunmuştu. Yine Suriye’nin bir kısmını elerinde bulundurmak istiyorlardı.
Hikâye uzun, petrol yataklarını Türkiye’den koparmak için Sevr’de yapılan toplantıda Türkiye’nin adeta paramparça edilişi gündeme getirilir.
Türkiye’nin bir kısmı Yunanlara, bir kısmı Fransızlara, bir kısmı Ermenilere, bir kısmı İngilizlere ve Kürtlere önceleri otonomi, daha sonra ise isterlerse bağımsızlık verilecekti.
İtalyanları, Rusları da bu planların içine dahil ettiler.
Sonuç;
Türkiye bölünmeyle karşı karşıyadır.
Sözde Sevr bazı halklara haklar verecekti.
Hâlbuki biz biliyoruz ki, bu şekliyle kurulacak Türkiye, sadece ve sadece kan revan içinde olacaktı.
Kan revan, yani sürekli çatışma, sadece gücü fazla olanların yani emperyalistlerin işine yarayacaktır.
Bir Irak’a bakın 90 yıl sonra bile halen kan durulamıyor.
İstikrarsızlık üzerine kurulu bir yapılanmanın yaratacağı da durum, sadece ve sadece istikrarsızlıktır, ama bugün daha iyi anlıyoruz ki, bu bile Kürtlere ve Ermenilere çok görülmüş.
Yapılan sadece bir blöftü. Meğer yapılan sadece bir B planıymış.
Asıl plan Türklere ölümü göstererek sıtmaya razı etmekmiş.
Bugünlerde Türklerin Kürtlere yaptıkları gibi.
Musul ve Kerkük’e karşı Ermeni ve Kürtler için düşünülenlerden vazgeçmek.
Ya da tersinden söyleyecek olursak; Musul Kerkük alınacak Sevr’de tarihe karışacak.
İngilizler, sadece iş olsun diye böyle işin içine girmiyorlar.
Somut, pratik adımlar atıyorlar.
Bunlar emperyalist işlerini tesadüflere bırakmazlar.
Bir de bunlar, emperyalistler tek at üzerinden koşuya girmezler.
Bunlar, her zaman birkaç at, birkaç jokey ve birkaç planla çalışırlar.
İlk planları güney Kürtlerini yanlarına alarak Türkiye’de yaşayan Kürtlerle birlikte Türkiye devletine karşı çıkarmaktır.
Bunun için Şeyh Mahmud Berzenci’yi önce Süleymaniye kralı yaparlar, ancak Şeyh İngilizlerin oyunlarına gelmez, oyunları kabul etmez.
Bunun üzerine İngilizler Kürtleri bombalamaya başlarlar.
Hatta uçaklarla vururlar. Şeyh’i esir alarak Hindistan’a sürerler.
Nafile! Kürtler, İngilizlerin siyasetlerine gelmezler.
Kürtler, Türklerle birlikte Cumhuriyetin asli kurucu üyeleri olarak yer almak isterler.
İngilizler planlarından vazgeçmezler.
Şeyh Mahmut Berzenci’yi Hindistan’dan geri getirerek yeniden Süleymaniye kralı yaparlar.
Kendilerince kulaklarını sıkarak, ancak Şeyh, bu oyuna yine gelmez.
Şeyh, Türkiye devletinin yanında yer alır.
Yani Misak i Milli sınırlarını savunur.
Şeyh, bu oyunlara gelmediği için Kürdistan yeniden bombalanır ve Şeyh yeniden esir alınır.
Bu kez Basra’ya sürülür.
Devam edelim. İngilizler dediğimiz gibi tek at üzerinden siyaset yapmazlar.
Bir yandan Şeyh Berzenci’yi kendi yanlarına alarak Türkiye’ye karşı çıkarmak isterlerken, diğer yandan ise kuzeyde Azadi örgütüyle ilişki kurmak için uğraşırlar.
Bir Şeyh Abdulkadir’le ilişki kurarlar.
O ise, bu ilişkiyi Şeyh Said’e bildirir.
Bu arada Türkler Kürtleri giderek daraltmaktadırlar.
Kürtlere vaat edilenler yerine getirilmemiştir.
Hatta bir Koçgiri isyanı kanla bastırılmıştır.
Her ne kadar daha sonraları tatlıya bağlansa da, olup biteni herkes görmüştür.
Daha önemli olan dediğimiz gibi Kürtlerin giderek dıştalanmalarıdır.
Bir taraftan bu durum, diğer taraftan İngilizlerin vaatleri, bir diğer yandan Türkiye cumhuriyetin zorlanmaları ve tabii buna Hilafetin kaldırılması gibi birçok çevreyi etkileyen durumlarda etkilenince Kürtler daha fazla aktifleşeceklerdir.
İngilizler Kürtleri tahrik ederek yardım edeceklerini söyleyeceklerdi, ardından da Türklere "bakın Musul ve Kerkük bize bırakılmazsa bırakın Sevr’i bir Kürt devleti kurulacak ve genç Türkiye parçalanacaktır" diyeceklerdi.
Yani Önderliğimizin dediği gibi "Tavşana kaç, tazı’ya tut" denilecektir.
"Kürtlere ayaklan denilecek Türklere ise vur" diyeceklerdir. Tabii Musul ve Kerkük verilmiş ise.
Biz tarihi irdelediğimizde Lozan Konferansı öncesi aslında Musul ve Kerkük verilmiş, İngilizler Kürtleri satmıştı.
Lozan konferansı esasta Kürtlerin öncesinden pazarlandıklarının ve inkâr edildiklerinin resmiyete dökülmüş belgesidir. Başka da bir şey değildir.
"Şu şöyle söyledi, bu böyle söyledi" hepsi hikâyedir.
Lafı güzaftır. Kürdistan’ın inkârında sadece teferruattır.
Ayrıntıdır.
Asıl olan Kürtlerin uluslararası sistem tarafından resmen inkâr edilmeleridir.
O çok bilinen demokrat Amerikan Wilson’da bu inkârın içerisindedir.
İşte Şeyh Said ve yoldaşları bu kadar kapsamlı yürütülen bir uluslararası komployu göremeyeceklerdi.
Hatta bu İngilizlerden medet umacaklardı.
Kürtlerin ayaklanmaya hazırlandıklarını TC devletine bizatihi aktaranlar İngilizlerdir.
Aynen 45 yıl öncesinden Şeyh Übeydullah Narinimizi ihbar ettikleri gibi, bu kez Şeyh Said’imizi, Cibranlı Xalitimizi ve tabii Yusuf Ziya paşamızı…
Emperyalistler ve onlara boyun eğen Türkler, Kürtleri zayıf pozisyonda yakalamak, erken doğum yaptırtmak için Şeyh’in bulunduğu köye gelerek, bazı kişileri esir almak istemeleri sadece ve sadece bir provokasyon iken, erken doğuma tahrik iken, hazır değilken isyanı patlatmak olduğu politikasını göremeyen Şeyh Said direnişi, hazırlıksız bir şekilde bilinçlice İngilizlerin ihbarı sonucu başlayacaktır.
Direnişçiler hazırlıklı değildirler. Liderleri olan Cibranlı Xalit tutuklanmıştır.
Azadi örgütü bir nevi başsız bırakılmıştır.
Örgütlemeyi koordine edecek beyin alınmıştır.
Örgüt koordinesiz kalmıştır.
Sonuç kendi kendine gelişen bir isyan ya da direniş. Sonuç, tümden kendisini hazırlamış işgalci bir Türk ordusu ve devleti. Sonuç ayağa kalkanların katledilmesi ve direniş liderlerinin idam edilmesi.
Evet, bir yandan muazzam bir yürek ve yurtseverlik diğer yandan da müthiş bir yenilgi ve ardından da Kürdistan’ın derinlikli olarak işgal edilmesi ve soykırımlar…
Biz Şeyh Said’in torunları olarak olup biteni biliyoruz.
Ve Şeyh Said’e pir u kalımızın “Dünya yaşantımın sonu geldi.
Ulusum için kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum.
Yeter ki torunlarımız bizi düşmanlarımızın önünde mahcup bırakmasınlar“ sözlerine Kürdistan özgürlük gerillaları olarak bağlı yaşayacağımıza ve Kürdistan gençlerinin de bu sözlere bağlı kalarak dağlara akacaklarına, size ve işgalcilerce idam sehpalarında sallandırılan tüm direnişçilere layık olacağımıza ve olacaklara söz veriyoruz.
Kasım Engin http://www.rojaciwan.com/yazar-82.html