Diyarbakır'da Gavur'duk İstanbul'da Kürt olduk

sitemiz yazarları

Diyarbakır'da Gavur'duk İstanbul'da Kürt olduk

Mesajgönderen admin » Sal Tem 15, 2014 12:58 pm

Resim
Diyarbakır'da Gavur'duk İstanbul'da Kürt olduk
Saro nenem Heredan'daki evlerinde tarhana hazırlayıp kuruması için dama sermiş; aynı gün, bahçeden topladığı sebzelerle turşu kurmuş; ama o yıl hem damdaki tarhana, hem de kilerdeki turşu kurtlandığı gibi, bir de o kara haber köye ulaşmış:
"Ermeniler köylerini boşaltıp Kafle'ye çıkacak!"
İşte o yıl köyü boşaltıp "Kafle" yollarında birbirlerini kaybettikten sonra ölen oğullarının ardından kızı Mirye ile oğlu Sarkis'i yıllar sonra bulduğunda, İncil'e el bastırıp, öğüdünü tutacağına dair yeminini alarak, babama iki şey tembih etmiş:
"Oğlım, sen sen olasan, Heredan'a bi daha ayağ basmiyasan! Getsen, diyerler ki gelmiş toprğhlarına sehab çığhacağ, seni öldırırler! Bi de, bızım evımıze tarğhana yapmağ, turşi kurmağ oğırsızlığ getıri, bılesız! Evde turşidır, tarğhanadır, yapmiyasız!"
Anadolulu bir Ermeni olan Mıgırdiç Margosyan babaannesinin öğütünü böyle anlatıyor son kitabı Tespih Taneleri'nde Diyarbakır şivesiyle... O uzun yolculuk haberi geldiğinde yani 1915'te biri memede, biri kucağında tam beş çocuğu vardır Sarig nenesinin... Diyarbakır'ın Dicle ilçesine bağlı (oralılar hala eski adı olan Piran diye anıyor) Heredan köyünden yola çıkıyorlar. Adını taşıdığı büyükbabası Mıgırdiç, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordusuyla kimbilir hangi cephede savaşmaya gidiyor ve dönmüyor. Yürüye yürüye Diyarbakır'a geldiklerinde işin rengi anlaşılınca sekiz yaşındaki Yeğisapet'i onların deyişiyle Dacig (Müslüman) bir aileye emanet ediyor. Aşağılarda Siverek yolunda dört yaşındaki oğlu Sarkis'i çeşme başında kaybediyor. 12 yaşındaki büyük oğlu Apraham'ı Zaza bir manifaturacı hacının yanına çırak veriyor. Urfa'da artık emzirecek bir şeyi kalmayınca oğlu Nışan ölüyor. Yanındaki tek oğlu Haçadur ile sığındıkları bir kilisede top mermisinin başına değmesiyle 12 gün sonra onu da kaybediyor... Çok zaman sonra Diyarbakır'da evlatlarına tek tek kavuşuyor. Ancak büyük oğlu zehirlenip ölüyor. Mıgırdiç'in babası Sarkis ise Ali adını almıştır. Sünnet olmuş beş vakit namazında niyazındadır. Kızı da kara çarşaflara bürünmüş bir Müslümandır... Kendi dinlerine dönmeleri ise uzun zaman alacaktır...
Ermeniler yıllar yıllar sonra bir araya geldikleri gecelerde sohbetlerde hep o günleri konuşuyorlar seslerini çok yükseltmeden:
"Ben büyüktüm, anamdan su isterdim o da 'tükürüğünü yut' derdi. Söz dinlerdim tükürügümü yutardım ki susuzluğum geçsin."
"Sen Kafle'ye katıldığında beş yaşındaydın."
Sonra hep birlikte Diyarbakırlılar'ın yani Müslümanı, Yahudisi, Türkü, Kürdü, Süryanisi, Keldanisi'nin bir felaket karşısında söyledikleri sözle anıyorlar o günleri...
"Gideydi, bi daha geri gelmiyeydi o günler..."
Margosyan yeni kitabında, Gavur Mahallesi, Söyle Margos Nerelisen ve Biletimiz İstanbul'a Kesildi öykü kitaplarından da alışık olduğumuz o günlerin yani 1940'lı 50'li yılların Diyarbakır'ı ve İstanbul'unda tadına doyulmaz bir gezintiye çıkarıyor okuru. Seferberlik, tehcir, kafle diye değişik adlarla anılan o günlerin etrafında müthiş bir yaşam akıyor bir yandan da gürül gürül... Yoksul ama binlerce yılın birikimiyle yoğrulmuş onlarca kültürün üste üste geldiği bir hayat bu aynı zamanda... Yörenin şivesiyle bazen kahkahalarınızı tutamayacağınız espriler arka arkaya patlıyor. Mıgırdiç Margosyan anadilini öğrenmesi için birkaç arkadaşıyla İstanbul'a Ermeni Yetimhanesi'ne gönderilmesiyle başladığı kitabında zaman zaman çocukluğuna Diyarbakır'da doğup büyüdüğü Gavur Mahallesi'ne dönüyor... Ustalıkla ördüğü konular birbirine geçerken sade ve pırıl pırıl bir Türkçe kullanıyor...
Diyarbakır'da kendi deyişiyle; bizim oralarda "Fılla" idik yani öteki "Ermeni."
İstanbul'a geldiğimizde yetimhanedeki çocuklar yani Ermeni arkadaşları şivelerine ve hallerine bakıp damgayı bastılar:
"Koşun Anadolu'dan Kürtler geldi."
Gavur, Fılla, Ermeni ya da Hay (Ermeniler kendilerine öyle söyler) çocuğu Mıgırdiç Margosyan İstanbul'un o koca şehrin Bizans'ın şaaşası içinde büyülenmiş gibidir. Deniz, vapurlar, tramvaylar, neon ışıkları, vitrinler, dükkanlar, her şey ama her şeye şaşkınlıkla bakar Diyarbakır'dan geldiği Hay arkadaşlarıyla.Ama oturup kalkmadan, yemek yemeye oradan da konuşmalarına kadar artık yeni bir dönem başlamıştır onun için. Burası İstanbul'dur çünkü. Okulundaki öğretmenlerinin de dediği gibi:
"Oğlum şu lisanını düzeltmek için biraz gayret etsen."
Zordur ama zodrluk Hay'ların kaderidir yaşamlarının bir parçasıdır... Kafle'deki acıları anımsayan ailelerinin anılarını dinlerken bir yandan da başından geçenleri anımsar.Diyarbakır'daki papazları Der Arsen, kavun karpuz ya da mevsimine göre değişen meyve çöplerinin sağanağı altında kendini korumaya çalışarak kiliseye giderken acaba içinden "Ya Sabır" duasını nasıl okuyordur. Ya da kendisine yağmur gibi yağdıran çocukların tekerlemesini dinlerken: "Keşiş keşiş, götüne bir şiş..
"Ya da kendisini bir kenarda sıkıştırıp döven çocukların ellerini haç yapıp
"Tükür ulan üstüne ve eşhedin getir gavur oğlu gavur"
sözlerine karşı çıkınca nasıl dayak yediğini ve yine kendisini kurtaran Müslüman bir kadının o çocuklara söyledikleri:
"Utanmısiz o da sizin gibi Allah'a inani."
Resim
O çocuk ana dilini öğrendikten sonra memleketine döndüğü ilk yaz yaşlı Hay'lar ondan mektuplar yazmalarını ister. Başlıklar hep aynıdır:
"Aranıyor."Kimi mi... "Baba adı Hovsep, ana adı Şuşan... Erzurum Narman'dan yedi yaşındayken tehcir olunan ve Malatya'dan sonra yolda kaybolup kendisinden bir daha haber alınamayan Satenik aranmaktadır..."
"Tekirdağ'dan sürgüne çıkan...
" Üç çocuğuyla Tokat'tan tehcir edilen Ağavni..."
"Harput'un Perçenç köyünden Der Zor'a sürgüne giderken..."
Bu ilan gibi mektuplar dünyanın dört bir yanına bir şekilde ulaşmaktadır.Hele bu vasıtayla öyle biri ortaya çıkar ki. Hikayesi çok ilginç.. Amerikalı bir adam çıkar gelir bir gün uçakla. Gözleri masmavi... Şişman tombul kırmızı yanaklı bir adam bu ...
Adı Bill Nacaryan...
Diyarbakır -Elazığ il sınırlarında yer alan Dicle'nin etrafından kıvrıla kıvrıla aktığı bir ilçe olan Maden'lidir Nacaryan. Ailesini aramaktadır. Bir iz, bir haber almıştır. Erkek kardeşinin Ergani'de olduğunu ve iki çocuğu olduğunu duymuştur... Acaba Diyarbakır'daki Hay'lar ona yardım ederler mi?
Sözü mü olur: "Başım gözüm üstüne" derler. "Biz ne güne duruyiğh."
Ailesini kaybeden Bill Nacaryan bir şekilde Suriye oradan Fransa'ya ve sonra Amerika'ya gitmiştir. Çok zengindir artık...Kardeşi ölmüştür ama iki oğlu yaşamaktadır. Onları bulunur. "Sizi Amerika'ya götüreyim" der gitmezler. Çünkü artık Müslüman olmuşlardır ve kendi hayatları vardır..
Ve böyle nice hikayeler...
1948'de Moşeler'in büyük göçüne de tanık olur yazar... Yani Yahudiler'dir Diyarbakırlılar'ın Moşe dediği... Kafile kafile terk edip memleketlerini yeni kurulan ülkeleri İsrail'e giderler...Sonra meşhur "Atatürk'ün Selanik'teki evi yakıldı" porovakasyonuna İstanbul'da tanık olur... Rum kökenlilere olan kızgınlıktan bütün Hırıstiyanlar da nasibini alır. Gece yarısı yetimhane ve kilisenin taşlandığını ve 'çabuk bayrak asın" bağırışlarını da anlatıyor yazar. Ve sırf bu yüzden sevgilisi Zulal'le bir daha görüşemediğini de... Çünkü babası yerle bir edilen dükkanını görünce tasını tarağını toplayıp ailesiyle Amerika'ya göç etmiştir..
Biliyorum, Balkanlar'daki Müslümanlar'ın nasıl savrulup katledildiğini söyleyeceksiniz. Anadolu topraklarında öldürülen Türkler'i söyleyeceksiniz. Karabağ'daki durumdan. Şehit edilen diplomatlardan. Biliyorum hepsini biliyorum haberdarım... Ama işte ne olursa olsun mızrak çuvala sığmıyor...
Yazının finalini yine kitaptan Mıgırdiç Margosyan'ın babasının sözüyle yapmak de farz oldu artık:
"Bu dünyada en güzel şey yaşamaktır oğlum.."

İSTANBUL'UN KUMKAPISI

Benim de çocukluğumda ucundan bucağından tanıklık ettiğim bu renkli semt, kitapta meyhane ve lokanta karışımı bir yerin sahibi Vartan ustanın yerinden tanıklıklarla anlatılıyor. Hepsi de Ermeni balıkçılar, zenatkarlar ve diğerleri. Yüzlerce yıldır İstanbul'da yaşayan bu insanların çoğu fakirdir ama neşeleri ve eğlenceleri hiç eksik olmaz. Anımsıyorum babamın GedikpaşaYokuşu'nda Diyarbakırlı Ermeni bir terzisi vardı. Bana da pantalon dikerdi ara sıra. Kekemeydi ve şivesi de tam yerindeydi. O zamanlar İspanyol paça moda, ben biraz geniş olsun diye mızırdayınca kulağıma şöyle fısıldamıştı:
"Akıllı ol oğlım, böyük sözü dinle, babandır."

ŞU ŞİVE MESELESİ

Hiç dikkatinizi çekti mi bilmem... İstanbullu bir Rum'u, Ermeni'yi, Yahudi'yi ya da diğer azınlıkların konuşmalarını şivelerinden hemen anlarsınız. Ya da dışardan buraya gelen Kürdü, Arabı, Gürcüyü, Lazı her neyse... Ancak Diyarbakırlı bir azınlığı asla ayırt edemezsiniz... Şiveleri, cümle yapıları, kurguları hep aynıdır. Kürdü, Türkü, Ermenisi, Süryanisi, Keldanisi, Yahudisi, Zazası zor bir iş için "gücüm takatım kalmadı" demez.Onlar "Edemezler yapsınlar..."Ya da anneler yemeği "sıcak eder" asla ısıtmaz.Onlar kendi kendilerine konuşmazlar. Özi özlerine konuşurlar...
Wêngu Rêngî Hêrîdonî
Kullanıcı avatarı
admin
Mesaj Panosu Yöneticisi
 
Mesajlar: 211
Kayıt: Çrş Oca 28, 2009 11:30 pm
Konum: yönetici

Dön yazarlar bölümü

Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 17 misafir

cron