Amed (Diyarbakır) Tarihi

kurdistan cografyasında yaşayan ve yaşanan olaylarla ilgili kişilikler araştırmaları

Amed (Diyarbakır) Tarihi

Mesajgönderen admin » Sal Oca 17, 2012 8:19 pm

Taşlar ve Düşler Kenti DİYARBAKIR
Diyarbakır “Taşlar” la “Düşler”in Toplamıdır
“Bir zamanlar Karacadağ'ın Tepesi'nde, dağ büyüklüğünde bir ejderha yaşarmış. Ejderhanın ağzından çıkan alevler kasıp kavururmuş ortalığı. Günün birinde bir zincir şakırtısı duyulmuş. Zincir dağın içine inerek ejderhayı boynundan yakalamış ve göklere çekmiş. Halk böylece kurtulmuş bu ateş saçan ejderhadan...
Derler ki; Karacadağ'ın taşları işte o ejderhanın ağzından çıkan alevler nedeniyle yanmış, kararmıştır...”
Diyarbakır “taşlar”ın kentidir,
Diyarbakır “düşler”in kentidir... Diyarbakır “taşlar”ın “düşler”le buluştuğu yerdir.
Yüzbinlerce yıl önce Karacadağ gibi volkanik dağların kraterlerinden püsküren lavların, yüzbinlerce yıl sonraya armağanıdır Diyarbakır...
Diyarbakır “taşlar”ın başında “bazalt” gelir...Yerkürenin derinliklerinden günyüzüne püsküren lavlar “bazalt”laşırken yüzeyde ya da derinde oluşuna ve çabuk ya da soğumasına bağlı olarak gözenekli veya gözeneksiz olurlar. Diyarbakır'da bazaltın gözeneksiz olanına “erkek taş” gözeneklisine ise “dişi taş” denilir. Gözenekli dişi taşın işlenmesi o denli kolaysa, gözeneksiz erkek taşın işlenmesi de o denli zordur. Gel gör ki, bu iki taş da Diyarbakır mimarisine can verir, ruh katar...
“Erkek taş” azdır; yapıların özellikle söve , lento, sütun, başlık, havuz, pencere, kapı gibi yük binen bölümlerinde kullanılır. Kemerler onunla direnir...
Yazıtlar onunla dile gelir... Ustaların hüneri taşın sertliğini unutturur. Ne denli zor işlenirse de, estetiğinin kalıcılığını onu Diyarbakır yapılarının bir vazgeçilmezi yapmıştır...
“Dişi taş” “erkek taş”ın yandaşıdır. “Erkek taşı”ın yanı başındadır her daim. Birbirlerini tamamlarlar; tıpkı yaşamda erkeğin kadını, kadının erkeği tamamlaması gibi... Taşı sıradan olmaktan çıkaran ise, ustanın “düş”ü ve elindeki murcu, madırgası ve tarağıdır. Taşın böğrüne her bir iniş-kalkış ustanın düşüne biraz daha yaklaşmasıdır...
Taşların düşlerle buluştuğu yerdir Diyarbakır...Taşlarla düşlerin toplamıdır....
Taşların ve düşlerin kenti olan Diyarbakır, gizemli duruşunun arkasında tarihin büyük adımlarını saklar. Bu sadece Anadolu tarihinin değil, insanlık tarihinin büyük adımlarıdır. Kesintisiz, sürekli ve görkemli...
DİCLE :BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ
Düşünmeyi becerebildiğinden bu yana insanoğlunun en büyük sorusu ortak bir merakımızı ifade eder. “Önce ne vardı?”
Değişik kültürler bu soruya benzer yanıtlar vermeye çalıştılar. Efsaneler ve inançlar, bu meraka yönelik çeşitli çözümler ürettiler. Eğer bir başlangıç aranıyorsa ve bilgi ile henüz keşfedilmemiş ise Anadolu kültürlerinin bugünde yaşayan yalın anlatımı girer devreye. Böylesi bir durumda Anadolu insanı “Bir varmış, bir yokmuş” diye başlarlar söze. Bu söz, hem gerçeğin hem de düşlerin yolunu açar bize...
Yaratılış efsaneler birbirine benzer. Yunan kaynaklı batı anlatımları, “önce kaos vardı” diye söze başlar ve ilk varlık olarak toprağı öne çıkartır. Doğulu anlatımlar ise, “önce su vardı” diye söze girer ve toprağı suların içinden yaratır... Başlangıç sıralamaları ne olursa olsun, su, toprak ve hava varoluşun ilk üç temel maddesidir. İnsanoğlu bu önceliklerini, ilk tanrılarını anlatırken de kullanır.
Diyarbakır'ı anlamak/anlatmak için de söze “Bir varmış, bir yokmuş” diye başlamak yanlış olmaz. Ama “Diyarbakır'dan önce ne vardı?” diye sorgulayacak olursak, cümleyi tamamlamak gerekecektir. : “Bir varmış bir yokmuş... Dicle diye bir nehir varmış; azgın, deli ve bereketli.”
Dicle, 1900 km uzunluğunda bir su yolculuğunu ifade eder. Maden suyu adıyla Elazığ'ın Maden ilçesi yakınlarından doğar ve çeşitli su kollarının katılımı ile büyüyerek Basra Körfezinde kardeşi Fırat ile iyice yakınlaşarak denize akar. Dicle'nin 523 km'si Türkiye toprakları içinde kalır.
Dicle tek başına akıp giden değil, kardeşi de olan ve onunla birlikte anılan bir nehir! Onun milyonlarca yıllık öyküsü hep Fırat'la birlikte anılmıştır. Dicle ile Fırat'ın bu uzun yolculuğu sadece sıradan bir su yolculuğu değildir. Bu iki kardeşin birlikteliği, kutsal kitaplarda başlayan bir yol arkadaşlığı, insan oğluna uygarlık kapılarını açan bir “kültür yolu”dur. İnsanoğlu ilk bereketi, ilk hasadı, ilk kentleri, ilk tapınakları ve ilk yazıyı bu iki nehir arasında var etti. Bu iki nehir arasına, her kültür kendi özel diliyle ama saygıyla yaklaştı. Uygarlıkların bu olağanüstü başlangıç noktasına, ortaklaşa Mezopotamya (İki nehir arası) adını verdik. Zaman içinde de Mezopotamya kavramı, bir bölge olmanın ötesine geçti ve uygarlığın başlangıcı ile eş anlamlı hale geldi. Dicle Mezopotamya'dır; Dicle Uygarlıktır. Geçtiği, gezdiği bütün coğrafyalara sadece bereketi değil, uygarlığı da taşır. Sadece Mezopotamya'yı Anadolu'ya, Anadolu'yu Mezopotamya'ya bağlamakla kalmaz; Doğu'u Batı'ya Batı'yı da Doğuya bağlar.
Dicle, aynı zamanda bir düşler imparatorluğudur. Geçtiği coğrafyaların toprağı gibi edebiyatına, sanatına, folkluruna, , efsanelerine de bereket taşıyan bir düş ve düşünce suyudur. Dicle'nin bereket yaratan suları kadar, azgın ve yırtıcı akışı da derin izler bırakmıştır. Yunan mitolojisine göre, Asyalı Nympha kaplana dönüşmüş olan Dionysos'tan çıkarken bir ırmağın kenarına gelir. Ancak ırmağı geçebilmek için Dionysos'un kollarına sığınmak zorunda kalır ve ondan gebe kalır. Doğan çocuğa, sonradan Med soyuna adını verecek olan Medos adı verilir. Dionysos ve Nympha'nın birlikte geçtiği ırmağa ise Tigris (Kaplan) adı verilir. Bu mitos, Dicle Irmağı'nın Batı dillerindeki adını yaratır. Anadolu insanı düşler dünyasına bir başka Dicle söylencesini daha katar. O'nun bereket ile dehşet arasındaki varlığına “adalet” duygusunu ekler. Yöre halkının inanışına göre, Dicle'nin kaynağından Basra Körfezine ulaşan yol haritası Danyal Peygamber tarafından çizilmiştir. Allah, Danyal Peygambere bu görevi verdiğinde onu şöyle uyarır:
“Elinde asa ile suyun çıktığı mağaranın ağzından başlayarak bir çizgi çiz, su arkandan gelecek. Ancak yetimlerin, dul kadınların, fakirlerin vakıfların malına ve mülküne yetiştiğin zaman güzergahını değiştir ki, su bunlara zarar vermesin.”
Dicle'nin akış güzergahındaki ziksakları, mendereslerin, yer değiştirmelerin yöre halkınca yorumu böyledir. Dicle dehşetli bir sudur ama aynı anda adildir de... Bereketin ve uygarlığın kalıcılığı adil olmasından geçer... Bu deli ve hırçın su, Diyarbakır önünde bereketini ve adaletini kanıtlamak istercesine geniş bir deltaya yayılır. Sanki Diyarbakır etrafında oyalanmak istercesine yavaşlar. Diyarbakır'da üzerine yerleşmiş olduğu lav sahanlığından onun bereketini ve adaletini taşıyışını seyretmeye doyamaz.
Dicle ile Diyarbakır birbirine yakışan iki aşık gibidir. İkisi de birbirini besleyen, güzelleştiren iki aşık... Bu yüzden Diyarbakır hep bir “Dicle Başkenti” olarak anılır. Taşlarla yaratılmış, taşlarla var edilmiş bir kültür başkentine, Diyarbakıra, gerçeklerden ve düşlerden örülmüş bir deli su , Dicle eşlik eder.
Bu aşk, aynı anda, binlerce yıllık bir vefadır.
MEZOPOTAMYA'NIN KİLİDİ: DİYARBAKIR
Dicle ve Fırat adlı bu iki kardeş nehir, milyonlarca yıl geçtikleri dağlardan ve ovalardan kopardıkları tonlarca bereketli toprağı Basra Körfezi'ni yığar. İlk uygarlıklar bu bereket birikiminin etrafında ve bu iki nehrin arasında kalan Mezopotamya'da oluşmaya başlar.
Kendisine başlangıç izleri arayan insanoğlu, Mezopotamya denilen toprak üzerinde gerçekleştirdiği inanılmaz değişimi bugün artık biliyor. Arkeoloji dünyası Mezopotamya'yı, diğer bir değişle, başlangıç izlerini genişletiyor. Yeni bilimsel vurgular ve veriler, daha kuzeydeki başka “başlangıç noktaları”na işaret ediyor.

Günümüzde beş bin yıl öncesine ait Sümer ve Akad metinlerinde “Subartu” adlı bir bölgeden söz edilir. Subartu, Dicle ile Fırat arasındaki bölgenin adıdır ve tıpkı Mezopotamya gibi “Irmaklar arası” anlamına gelir. Buraya yerleşmiş halka da “Subaru” denilir. Yukarı Dicle boylarının ilk medeni halkı Subaru'lardan sayılan Hurrilerdir.

Dicle'nin doğduğu topraklar bereket sunmadan, çevresindeki insanlara uygarlığın zemini kurmadan , nimetlerini onlarla paylaşmadan aşağılara akıp gitmesi de adil değil. Nitekim bilim ve kültür çevreleri Mezopotamya bereketinin yayıldığı bu toprakları “Bereketli Hilal” olarak nitelendiriyorlar. Güneydoğu Anadolu Bölgesi “Berekteli Hilal”ın karnı ve iki ucu arasında kalan büyük ve geniş bir coğrafyadır. Bu toprakların önemli bir kent olarak Diyarbakır, bir anlamda Mezopotamya'nın kuzeyde yer alan kilididir.
ÇAYÖNÜ:
Diyarbakır çevresinde yapılan araştırmalar, bölgedeki uygarlık izlerinin Orta Paleolitik Döneme kadar uzandığını gösteriyor. Diyarbakır'ın Ergani ilçesi yakınlarındaki Çayönü Tepesi'nde insanlığın aradığı başlangıç izlerinden birini sunuyor. Bu nedenle de arkeoloji dünyasının ortak noktalarından birini oluşturuyor.
İstanbul Üniversitesi'nden Prof.Dr. Halet Çambel ile Chicago Üniversitesi'nden Prof.Robert J.Braidwwod'un başlattığı kazılar arkeoloji dünyasında heyecan verici sonuçlar ortaya çıkarttı.
Çayönü kazıları, Yakın-Doğu'nun en büyük Neolotik topluluklarından birini ortaya çıkardı. Her türlü bilimsel tespitlerden geçmiş bulgulara göre, Çayönü bizi, 9.500 yıl önceki yaşamla tanıştırıyor. Avcılık ve toplayıcılık dönemini geride bırakmaya çalışan insanoğlunun üretici ve yerleşik döneme geçişini belgeliyor. Çeşitli evreler halinde ortaya çıkan bulgulardan öğrendiğimize göre, Çayönü sakinleri “bitki yetiştirmeyi ve hayvan beslemeyi” biliyor, belli bir plan anlayışına ve yapı tekniğine göre gerçekleştirilmiş evlerde oturuyorlardı. Ele geçen aletler arasında, obsidyen ve kemik aletler, renkli taşlar ve bakırın işlenmesinden elde edilen iğne gibi çeşitli objeler vardır. Çayönü sakinlerinin buğdayın ilkel türünü yetiştirdiklerini; koyun, keçi, domuz ve köpeği evcilleştirdiklerini; obsidyenden yontma taş aletler yaptıklarını, aşındırma yöntemi ile bazalttan çeşitli öğütücü ve ezici aletler geliştirdiklerini biliyoruz.

M.Ö. 7250-6750 tarihleri arasında yerleştirilen ilk köy kuruluşları ortaya çıkartılan yapı tipleri de çeşitlilik gösteriyor. Yuvarlak planı kulübe yapılar, ızgara planlı yapılar, kanallı yapılar ve hücre planlı yapılar. Bu yapılarda; taş temeller, oda, mutfak, depo, kiler, atölye, meydan ve mezarlık gibi giderek özelleşen mekanların oluştuğu da görülüyor.

Bilim çevrelerinin tespitlerine göre, Çayönü yalnız Anadolu değil bütün Güneybatı Asya ve Eski Dünya'da günümüzden 9 bin yıl önce ortaya çıkan “İlk karma besin ekonomisini gerçekleştirilen insan topluluklarının yaşadığı yer olarak kabul edilir. Geliştirdikleri özgün mimari kadar, kullandıkları aletler, hem bir ekonomik hayattan hemde bir kültürel çevreden söz edilmesine kaynak olmaktadır.
HASUNİ MAĞARALARI:
Prof.Dr. İ.Kılıç Kökten tarafından yapılan bilimsel bir araştırmada Diyarbakır çevresinde 1161”i yapay; 2418”i doğal olmak üzere 3579 mağara ve kaya sığınağı tespit edilmiştir. Benzer şekilde yine bölgede, sakladıkları bilgileri insanlıkla paylaşmayı bekleyen yüzlerce höyük bulunmaktadır.

Silvan ile Hasankeyf arasında yer alan Hasuni Mağaraları'nın Mezolotik dönemde yerleşme yeri olarak kullanıldığı tespit edilmiştir. Anadolu'nun en eski mağara yerleşimlerinden biri olan Hasuni, antik dönemde özellikle de Hıristiyanlığın ilk yapıldığı dönemde ve Ortaçağda'da önemli bir yerleşim alanı olmuştur. Bugün hala yollar, merdivenler, sarnıçlar, su yolları, kaya kiliselire ve dokuma atölyeleri gibi sosyo-kültürel amaçlı yapı birimlerinin kalıntılarını görmek mümkündur.

Hasuni mağaraları özel tarih ve doğa birikimleri nedeniyle yasal koruma altına alınmıştır.
BIRKLEYN MAĞARALARI:
Antik dönemde Dicle'nin doğu kolu olarak bilenen Bırkleyn (Dibni) Suyu'ndan Anadolu ile Kuzey Mezopotamya arasında en kolay geçiş sağlayan yollardan biri geçer. Bırkleyn Suyu bu antik yol ile kesişmeden önce yerin altına iner ve doğal bir tünelden geçtikten sonra yeniden yeryüzüne çıkar. Bu özel oluşuma Bırkleyn Mağaraları ya da Dicle Tüneli adı verilir. Antik dünyada, Bırkleyn Suyu'nun kaybolduğu bu yere “dünyanın bittiği yer” gözüyle bakılmıştır. Plinius, bu geçidi “ölülerin yer altı dünyasına giriş yerlerinden biri” olarak yorumlar.

Belki de bu inanış nedeniyle Asur kralları I.Tiklatpileser ve III. Salmanassar bu özel yere kabartmalar ve yazıtlar bırakarak “ölümsüz” olmayı denediler. Birbirine paralel uzanan iki kayalığın içinde üç mağara vardır. Güneydeki kayalığın altında ve içinde Bırkleyn Suyu'nun açıktan aktığı 1 numaralı mağarada, Asur kralları I.Tiglatpileser'e ait (M.Ö 1114-1076) kabartma ile çivi yazılı kitabe; III. Salmanassar'a ait (M.Ö. 859-828)kabartma ile iki adet çivi yazılı kitabe bulunur. 2 numaralı mağaranın girişinde ise, antik çağa ait yapı kalıntıları ve yine III.Salmansar'a ait kabartma ile iki adet çivi yazılı kabartma yer alır. Diğerlerinden daha büyük olan üç numaralı mağara ise, bir doğa harikasıdır. Onbinlerce yılda oluşan sarkıt ve dikitleri ile bu mağara, yöre halkı tarafından astım tedavisinde kullanılmaktadır. Yine bu mağarada Kuzey Mezopotamya'ya özgü, Hassuna-Samarra seramikleri bulunmuştur.
TARİHİ TAŞLARLA ÖRMEK:
Dicle'den, Çayönü'nden, Bırkley ve Hasuni Mağaraları'ndan dolanıp Diyarbakır'a geldiğimizde, bu koca kenti koruyan surlarla karşılarız. Aslında surların mı kenti, kent mi surları koruduğu pek kesin bir ifadeyle söylenemez. Her ikisinin birlikte, tarih denilen zamanı resimleyerek, pitoresk bir tablo oluşturduğunu söylemek belki dana gerçekçi olacaktır.
Modern dünyada Diyarbakır'ı paylaşmayı gelen şehrin konuğu, her şeyden önce değişik çağların özelliklede ortaçağın düşünü paylaşmaya hazır olmalıdır Gerçi emirlerin, sultanların, atlı yada yaya cengaverlerin sesini duyurmak artık mümkün değil. Bu düş dünyası kendini, güncel olanla tarih olan arasında paylaşmış gibidir. Ama nereye bakarsanız bakın, taşın inanılmaz bir biçimde belirleyici olduğu görülecektir. Diyarbakır'da olmak demek “Taşlar ve Düşler” arasında olmak demektir...

Her kent gibi Diyarbakır'da kendini anlatmak için bir başlangıç noktası oluşturmuştur:İÇKALE. Bugünkü bilgilerimizle İçkale, Diyarbakır kent merkezine yerleşen ilk nokta. Kaynaklar bu noktaya şehri ilk kuranların Hurriler olduğunu gösteriyor. İki ırmağın arasında yaşayan kavimlerden biri olan Hurriler... Kentin kuruluş tarihi hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte, başlangıç olarak M.Ö. 3.binler tahmin ediliyor. M.Ö.3.binlerde Mezopotamya tarih sahnesinde ana aktör Asurlulardır. Ancak Mezopotamya'nın bereketine egemen olmak isteyen çeşitli kavimler de bu tarihin ayrılmaz parçaları olmuşlar. Bunlar arasında Hurri -Mitaniller , Urartular, Persler, Büyük İskender , Selökidler, Partlar ve Büyük Tigran egemenlikleri yer alır.

Kentin bilinen ilk adı Asur kaynaklarında “Amidi” olarak geçer. Daha sonraki Roma ve Bizans dönemlerinde “Amid” , O'mid, Emid ve Amide “; Araplar ve Türklerin bölegeye gelmesinden sonra da “Kara Amid” olarak adlandırılan kent, Arap egemenliği döneminde yöreye yerleşen Bekr kabilesinin adından türeterek “Diyar-ı Bekr” olarak da anılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti bu adı, 10 Aralık 1937 tarihinde, 7789 sayılı yasa ile “Diyarbakır” olarak kesinleştirir.

Hem bereketli Kuzey Mezopotamya bölgesinde yer alması, hemde çok işlek ve ticaret yolları üzerinde bulunması, çağlar boyunca Diyarbakır'ın önemini artırır. Diyarbakır, Güney Mezopotamya, Suriye, anadolu, içleri ve İran yönünde oluşan canlı ticaret yollarının kavşak noktasında yer alır. Aynı anda önemli bir askeri savunma ve denetleme merkezi olur. Ticaret için konaklama ve stoklama gibi önemli işlevlerde üstlenir.

Mezopotamya, üretim ve ticaret birikimleri nedeniyle eski dünyanın merkezidir. Ancak bu topraklar aynı anda, Avrasya kavimlerinin de üzerinde sürekli hareket halinde oldukları bir coğrafyadır. Bu nedenle egemenlikler sıkça el değiştirir, irili ufaklı krallıklar ve devletler ortaya çıkar. Bir bakıma üretim ve ticaret kadar, savaşlarda bu coğrafyanın gündelik hayatının ayrılmaz bir parçasını oluştur. Pek çok Mezopotamya kentinin tarihi gibi Diyarbakır'ın kent tarihi de bu genel akışla örtüşür. Bu anlamda Diyarbakır per çok kültüre ve kavime, gönüllü yada gönülsüz kapılarını açmış, ekmeğini ve suyunu onlarla paylaşmıştır.

Bugünkü kenti çevreleyen surların yapımına Milattan önce 3 binli yıllarda başlamış olsa da, ağırlıklı olarak Romalılar döneminde inşa edilmiştir. M.Ö 69'da kenti ele geçiren Romalılar, her yönden süren saldırılar karşısında Diyarbakır'ı bir “askeri garnizon” olarak yeniden düzenler. Costantinos 349 tarihinden başlayarak Amida'nın etrafını yeniden surlarla çevirir. Surlar, Nisibis (Nusaybin) halkının Diyarbakır'a iltica etmesinden sonra 367-375 tarihleri arasında genişleterek bugünkü konumuna getirilir. Roma ve Bizans dönemlerinde bütün Yakın Doğu coğrafyası iki büyük değişimle sarsılır. Önce Hıristiyan dini, ardından da İslam dini bölgenin bütün dengelerini değiştirir. Savaşlar, kuşatmalar ve Fetihler ekonomik olarak dinsel bir karekterde taşımaya başlar. Diyarbakır surları o günlere de tanıklık eder, yeni fatihleri ile uzlaşmaya ya da onları direnmeye çalışır.

Diyarbakır surları bu anlamda “tarihin taşlarla yazıldığı bir kent” i simgeler. Diyarbakır'la buluşan her toplumun, Diyarbakır'da yaşayan her inancın bu surlarda izlerini görmek mümkün. Bu tarihi resmi geçit, Diyarbakır'ı bir zaman çizelgesine çeviriyor. Yaparak yada yıkarak bu kente egemen olan her toplum, bugün kendine ait kültürel izlerle alınıyor. Bu resmi geçidin içinde; Araplar, Emeviler, Abbasiler, Şeyhoğulları, Büveyhoğulları, Mervaniler, Nisanoğulları, Büyük Selçuklular, Artuklular, Eyyübiler, İlhanlılar, Akkoyunlular, Safaviler ve Osmanlılar yer alır.

Bu nedenle de denirki; “Dünyada hiçbir kent, Diyarbakır gibi ilk bakışta bütün çağların göründüğü bir resim sunamaz” Diyarbakır, tarihini taşlarla örmüş bir kenttir. Taşın ölümsüzlüğüne sığınan, uzun ve görkemli bir tarihin kentidir. Üstelik her şey ortada. Belki de “dünyanın en büyük açık hava tarih müzesi” karşımızda duran. Üstelik bu tarih, bir uygarlığın bitip diğerinin başladığı değil, birinin içinde diğerinin yaşadığı, karma ve ortaklaşa bir tarihtir. Farklı düzeylerde de olsa, her toplumun, her kültürün bir öncekiyle yarışarak yarattığı bir “müze kent” Diyarbakır.
Diyarbakırla birlikte tarih sahnesine çıkmış batısındaki Efes, Fasilis, Truva ile güneyindeki Ninova ve Babil şehirleri bugün yaşamayan şehirler...Diyarbakır ise içindeki insanları ve eski kadim yapılarıyla yaşayan bir şehir. Diyarbakır'ı gerçek kılan sırda burada. Diyarbakır'ın taşlarında...Taşlarla yaratılmış bir kentin, insanı birbiri sıra tetikleyen düşler dünyasında. Diyarbakır'ın yaşamı ve tarihi var eden sürekliliğinde...
Wêngu Rêngî Hêrîdonî
Kullanıcı avatarı
admin
Mesaj Panosu Yöneticisi
 
Mesajlar: 211
Kayıt: Çrş Oca 28, 2009 11:30 pm
Konum: yönetici

Dön Kurdistandan Portreler

Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 16 misafir

cron