Kürdizade Ahmed Ramîz (1878-1940)*Kürdîzade Ahmed Ramîz'in de savunucusu olduğu II. Meşrutiyet ilanına sevinen Osmanlı halkları içerisinde Kürtler de yer aldı (1908).20. yüzyılın başlarında İstanbul’da gelişen millî Kürt aydınlanmasının lokomotif güçlerinden biri olan Kürdîzade Ahmed Ramîz Bey, 1878’de Lîce’de doğdu. 1940’lı yıllarda Şam’da öldüğü bilinen Kürdîzade, 1910 yılında Meşrutiyetle birlikte açılan Kürt Mektebî’nin de müdürüydü.
İlk olarak 1900’de kurulan ve Osmanlı’nın ilk yasal Kürt örgütlenmesi kabul edilen Kürdistan Azm-i Kavi Cemiyeti’nin kayıtlarında ismi üye sıfatıyla geçen Kürdîzade, 1904 yılında üniversite eğitimi için gittiği Mısır’da hükümet karşıtı faaliyetleriyle tanınır oldu. El-Ezher Üniversitesi’nde okurken ilişki geliştirdiği Jön Türkler’le birlikte hareket eden Kürdîzade, burada Abdülhamit aleyhtarı olarak çalışmalarda bulundu ve yapılan gösterilerde hep en ön saflarda yer aldı.
1905 yılında Mısır’da küçük bir matbaada Kürdistan’la ilgili bir tanıtım risalesi yayınlayan Kürdîzade Ahmed Ramîz, 1906 yılında Meleyê Batê’nin Kürtçe mevlidini yayınladı ve Kürtçe kitapların yayımlamak için Sadel Ekrad adıyla bir matbaa kurdu. Batê’nin mevlidine yazdığı Kürtçe önsözde şöyle yazmaktadır Ahmet Ramiz: “Kürtçe kitap ve broşürler basıp yayınlamaya niyetim var. Fazilet ve ihsanınız ya da kavmimizin namus ve gayeti için bana elinizde bulunan Kürtçe kitapları basayım diye göndermenizi rica ediyorum”.
24 Temmuz 1908’de bir ihtilalle kabul ettirilen II. Meşrutiyet’in ilanı sonrası İstanbul’a gelen Kürdizade Ahmed Ramîz, bu görece özgür ortamda Kürdistan’ın bağımsızlaştırılması için çalışmalarda bulundu. 19 Eylül 1908’de İstanbul’da kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin yönetiminde yer alan Kürdizade, 1910 yılında Kürtçe eğitim ve kitaplarla ilgilenmek üzere kurulan Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti’nin de kurucuları arasındaydı. Cemiyetin Divanyolu’nda açtığı Kürt Mektebi’ne müdür olarak atadığı Kürdizade, ayrıca İstanbul’da kurduğu Amedî adlı matbaada yayıncılık yapmaktaydı.
Aydın duruşu ile sadece Kürtlerin değil Osmanlı’da yaşayan diğer halkların da sempatisini kazanan Kürdîzade, yayımladığı Dağıstanlı Hüseyin Kami’nin Divançe-i Dehri adlı kitabıyla ilgili 1911 yılının sonlarında koğuşturma geçirir ve yakalanarak Kastamonu’ya sürgün edilir. 12 Temmuz 1912’de hükümetin değişmesi ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın yönetime gelmesi üzerine İstanbul’daki Kürtlerin hükümet üzerinde baskı kurmalarıyla çıkarılan af listesinin 111. sırasında onun da adına rastlanır.
İstanbul’a dönüşünden sonra Seyid Abdülkadir ile birlikte çalışmaya başlayan Kürdîzade, bu dönemde 60 dolayında kitap basar ve bunların çoğuna önsöz yazar. Yayımladığı çoğu kitaptan dolayı başı beladan kurtulmaz ve birkaç kez daha sürgüne gönderilir.
Dönemin Türk yazarları tarafından daha çok Kürt milliyetçisi olarak bahsedilen Kürdîzade’nin Mehemed Mihrî Bey ile birlikte Kürdistan adlı dergiyi çıkarmak dışında neredeyse 10 yıllık faaliyetleriyle ilgili pek bilgiye rastlanmaz. 1925 yılında Şeyh Said başkaldırısının patlak vermesi üzerine İstanbul’da yaşayan Kürt aydınları da birer birer tutuklanınca Kürdîzade Ahmed Ramîz de Mısır üzerinden Suriye’ye kaçar. Bir çok arkadaşı yeni kurulan Türk hükümeti tarafından idama mahkum edilerek infaz edilen Kürdizade’nin yaşamıyla ilgili bilgilere bu dönemden sonra neredeyse hiçbir kaynakta rastlanamaz.
Belli ki yaşadığı bu travma sonrası içine kapanan Kürdîzade, Suriye’de olduğu halde Xoybun önderliğinde gelişen Kürt hareketi içerisinde yer almaz ve buradaki Kürt aydınları ile görüşmez. Kürt tarihi araştırmacılarının neredeyse izini kaybettiği bu Kürt hamiyetperverinin 1940′lı yılların başında hastalanarak öldüğü ya da intihar ettiği sanılmaktaysa da Şam’da öldükten sonra buradaki Kürt mezarlığına defnedildiği konusunda görüş birliği bulunmaktadır.
Birçok kitabın yayıncısı olan Kürdîzade’nin tümü Kürtçe olarak yazılan dört kitabı bulunmaktadır: Xetaya Selef û Xelef (Selef ile Halef’in Hatası), Ihtara Dîcle û Ferat Weya Gazîya Hawara Mabeyni Nehran (Dicle ve Fırat’ın Uyarısı veya Mezopotamya’nın Yardım Çağrısı), Paşvemana Kurdan û Kürdistan (Kürtlerin ve Kürdistan’ın Geri Kalmasının Sebepleri), Himayekirina Maarif weya Himayenekirina Maarif (Eğitimin Himayesi veya Himaye Edilmemesi). Ayrıca Kürdîzade Ahmed Ramîz’in, 1907 yılında Lütfî mahlasıyla da Bedîrxanî isyanı ve sürgününü anlattığı Emîr Bedîrxan adıyla bir kitap yazdığı bilinmektedir.
Bediüzzaman Said-i Kürdi’yi İstanbul’daki Kürt çevresiyle de tanıştırmış olan Kürdizade Ahmet Ramiz, 31 Mart 1909 hadisesi dolayısı ile Divan-ı Harb-ı Örfi’de yargılanan Said-i Kürdi’nin savunmalarını yayınladığı risalenin de editörüdür. Her gün onlarca kişinin idam edildiği bir dönemde baskıcı hükümeti sert bir dille eleştiren Said-i Kürdi’nin İkbal Matbaasında 1911′de basılan “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi veyahut Divan-ı Harbi Örfi” adlı 48 sayfalık bu eserine önsöz yazan Kürdizade, onu Bediüzzaman olarak takdim eder. Bu kitapçıkta Kürtlere “Ey Asurîler ve Keyânîlerin cihangirlik zamanından pişdar, kahraman askerleri olan arslan Kürtler!… Beşyüz sene yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa sahrâ-i vahşette vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir. Hikmet-i ilâhî denilen makine-î alemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum âleme mümted ve müteşa’ib kanun-i nûrân-î ilâhînin müessisi olan hikmet-i ilâhî ufk-i ezelden engüşt-i kaderi kaldırmış, size emrediyor ki, tefrika ile katre katre müteferrik su gibi zayi olan hamiyet ve kuvvetinizi fikr-i milliyetle tevhit ve mezcederek zerrâtın câzibe-i cüz’iyyeleri gibi gibi bir câzibe-i umum-î millî teşkili ile Kürt gibi bir kütle-i azîmi küre gibi tedvir ederek şems-i şevket-i islâmiyye Osmâniyyenîn mevkibinde bir kevgeb-i münevver gibi câzibesini ittiba ile muvazene ve âheng-i umumiyyeyi muhafaza ediniz.” diyerek seslenen Said-i Kürdi için Ahmed Ramiz, aşağıdaki önsözü kaleme almıştır.
İfade-i Naşir
1232 senesi zarfında idi ki; Kürdistan’ın yalçın, sarp ve âhenin mavera¬yı şevahik-i cibalinde tulu etmiş Said-i Kürdî isminde nevadir-i hilkatten madûd bir ateşpâre-i zekânın İstanbul âfakında rüyet edildiği haberi etra¬fa aksetmiş ve fıtraten mütecessis olan bazı kimseler o harika-i fıtratı pe-yapey gördükçe, mader-i hilkatin hazâin-i lâ-tefnasındaki sehaveti bir tür¬lü hazmedemeyenleri, şu Kürd kıyafetinde, o şal ve şalvar altında öyle bir ka-nun-u dehânın ihtifa edebileceğini bir türlü anlamayarak, âtıl ve müzevvir olan ekseriyet-i hasise zelil olan hissiyat-ı umumiyesini bir kelime-i tezyi¬şn mana-yi intikamında telhis etmişlerdi: “Mecnûn!..”
Said-i Kürdî filvaki ifrat-ı zeka itibariyle hudud-u cünunda idi. Fakat, öyle bir cünûn ki, onun ruh-u kemal ve aklına, en ulvî ve fedaî şair-i bedbaht olan üstad-ı muhteremim A. Cevdet şu mısralarında tercüman-ı zîşanı olmuştur:
Cünun başımda yanar ateş-i meâlidir,
Cünun başımda benim bir zeka-i âlidir.
Benim cünunuma rehber ziya-yı ulviyet,
Benim cünunumu bekler azim bir niyet.
Evet, Said-i Kürdî İstanbul’a, şurezar-ı Kürdistan’ın maarifsizlikle öldürülmek istenilen kâinat idrakinde yapamadığı kâşanelere bedel yıldız siyaset selhanelerini zelzelelere vermek azmiyle gelmişti. Daha İstanbul’a gelmeden Van’dan, Bitlis’ten, Siirt’ten, Mardin’den, Erzurum’dan defaatle nefy olundu. İstanbul’a gelmesiyle beraber Abdülhamid tarafından da suret-i ciddiye-de tarassud altına alındı ve bir kaç kere tevkif edildi. Nihayet bir gün geldi ki, Said-i Kürdî’yi Üsküdar’a, Toptaşı’na yolladılar. Çünkü, hapishanede ikaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi. Timarhaneden ikide birde çıkanlır, maaş, rütbe tebşir edilir.. Hazret-i Said: “Ben Kürdistan’da mekteb açtırmak üzere geldim. Başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim ve başka bir şey istemem.” derdi. Tabir-i âherle, Bediüzzaman iki şey istiyordu: Kürdistan’ın her tarafında mektebler açtırmak istiyor, başka bir şey almamak istiyordu.
Arş-t kanaat oldu, behişt-i gına bize,
Biz inmeyiz zemin-i müdâraya ol emîn.
Mansıbların, makamların en bülendidir,
Vicdanımızca- mansıb-ı tahkir-i zalimîn.
Şehzadebaşı’nda şematetle bir konferans verildiği gece, kemal-i mehâbetle sahneye çıkıp irad ettiği nutk-u beliğ-i bîtarafane, Said’in ihata-i ilmiyesi kadar hamaset ve fedakârlıkta da bîmenend olduğunu teyid eder.Gerek o gece, gerek menhus Otuz Bir Mart’ta cihan-değer nasihatlarıyla ortaya atılan hoca-i zânâya; böyle tehlikeli âvanda vücud-u kıymettarının sıyaneti nef’an-lil-umum elzem olduğu ihtar edildiği zaman; “En büyük ders, doğruluk yolunda ölümünü istihkar dersi vermektir” dedi. “Yerinde ölmek için bu hayat lazımdır” fikrine karşı;
Âşinâyız, bize bîganedir endişe-i mevt,
Adl ü hak uğruna nezreylemişiz canımızı.
mısralarıyla mukabele ederdi.
Said-i hüşyar’ın safvet-i ruhunu, besalet ve şecaatini, fedakarlığındaki nihayetsizliğini anlamak ve ona ebedî bir rabıta-i aşk ile bağlanmak için lisan-ı hamasetinden meşhur “Kahriyat”ın ezcümle, şöyle bir parçasını dinlemek kifayet eder.
Sarayı, zindanı yık, taşlarını başlara vur
Yere indir güneşi, yıldızı eşâka savur
Ser-i bîdadı kopar, kalb-i ta’dayı kavur
Ol bize âb-ı hayat, ateş-i seyyal-i memat
Bediüzzaman’a zurefadan biri, bir gün irfanıyla mütenasib bir esvab iktisası lüzûmundan bahseder. Müşarünileyh de: “Siz, Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz. Yine onun yolladığı kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıp, yalnız memleketimin mamulâtını giyerim.” buyurmuştur.
Elyevm, Said-i Kürdî Kürdistan’a döndü. İstanbul’un havayı gül u gışından, tezviratından, bedraka-i efkâr olmak lazım gelen gazetecilerin bazılarının bütün fenalıklara bâdi, bütün felaketlerin müvellidi olduklarını görerek bu derece açık cinayetlere tahammül edemeyerek meyus ve müteessir, vahşetzar, fakat munis, fakat vefakâr ve namusperver olan dağlarına döndü. İsabet etti. Kimbilir, belki en büyük icraatından biri de budur.